Evet, daha mükemmele ancak mücadele ile ulaşılır. Daha uygun ve onurlu bir hayat, ancak inanarak ve yorularak başarılır. Cihad; her yönden daha iyiye ve daha güzele kavuşmak, kötülük ve çirkinlikleri aşmak için yapılan sistemli ve samimi çalışmalardır. Bir gün, Hz. Cibril’in insan suretinde Efendimize gelip:
1- İman nedir?
2- İslam nedir?
3- İhsan nedir? diye sorması bu konuya açıklık kazandırmaktadır. Çünkü Müslümanlık bu üç temel esastan oluşmaktadır.
İman; Kur’ani gerçekleri anlamak ve inanmak,
İslam; inandığı gerçekleri, emir ve yasak ölçüleri ile hayatına uygulamak,
İhsan ise; düşünce ve davranışlarında, devamlı Allah’ın huzurunda bulunma duygusunun verdiği bir ihlas olgunluğuna kavuşmak, nefsi ve zahiri (maddi ve manevi) cihad şuuruyla yaşamaktır.
Bu üç esas, “İlim-İbadet ve Cihad” olarak da ele alınabilir. Çünkü inanılması gereken şeyleri önce öğrenmek gerekir ki bu da ancak ilimle mümkündür. Helâl-Haram düşüncesi, Emir-Nehiy ölçüleri içinde yaşamak ise ibadet ve ahlâk konusudur. Bir yandan riya, kibir, haset, hıyanet, benlik, bencillik ve beleşçilik gibi nefsi duygular ve şeytani arzularla, bir yandan da haksızlık ve ahlâksızlık temeline dayanan bozuk ve barbar düşüncelerle mücadele etmek ise cihad şuurudur.
Geçmişte ilmi hizmetler MEDRESE’ler şeklinde, ibadet ve ahlâki faaliyetler TEKKE’ler şeklinde, cihad hazırlık ve hareketleri ise KIŞLA’lar şeklinde kurumlaşmıştı. Yani “Medrese, Tekke ve Kışla” üçlüsü Müslümanın bütün hayatını kuşatmıştı.
Günümüzde de İslam’ı öğrenme gayretleri ve ilim faaliyetleri kısmen Medreseler ve Kur’an kursları yanında genellikle çeşitli okullar şeklinde giderek sistemleşmekte ve geliştirilmektedir. Birçok dergi, gazete ve kitaplar (hatta bir zamanlar teyp ve video kasetleri ile CD’ler), seminer, konferans ve paneller yoluyla İslami şuurlandırma işleri yürütülmektedir. İbadetlerin, İslami edep ve âdetleri yaparak ve yaşayarak öğrenildiği mekânlar ise günümüzde çeşitli tarikatlar ve meşrepler şeklinde varlığını sürdürmektedir. Evrensel hukuk nizamını kurmak ve korumak için yapılan cihad hizmetleri ise günümüzde ilmi ve insani dernek ve vakıflar ile siyasi partiler gibi çeşitli teşkilatlar bünyesinde yapılagelmektedir. Bir dönem ise; Afganistan, Bosna, Kosova ve Çeçenistan gibi dünyanın pek çok yerinde ise fiili ve silahlı cihad devam etmiştir.
İslam’ı öğrenmeye gayret etmeyen bir kimse, İslam’ı önemsemiyor demektir. Oysa insan ilgi ve ihtiyaç duyduğu ve kıymet verdiği şeyi öğrenmeye yönelecektir. Ne dünyaya ne de ahirete yaramayan gereksiz ve geçersiz şeyleri merak eden, ezberleyen, örneğin; futbol kültürü gayet gelişen nice Müslüman tanırız ki; Allah’ın sıfatlarını sayamaz, namazın şartlarını anlatamaz, bir Fatiha’yı bile doğru okuyamaz. Ve hele cihadın (siyasi ve sosyal sorumluluklarının) anlamına ve amacına ilgi bile duyamaz… Pek çok Müslümanın da öğrendiklerini tatbikata koymadığını, hatta bildiklerinin tam tersini yaptığını hayretle görüyoruz!.. Yani ilmi var, ameli yoktur. Bilgisi var, bereketi yoktur. Nice Müslümanın da Kur’an’ın ibadet ve ahlâk esaslarını yaptığına, yani şahsi hayatında İslam’ı yaşadığına, ama adaleti hâkim kılmak, hürriyet ve huzur ortamını birlikte hazırlamak gibi bir gayesi ve gayreti bulunmadığına şahit oluyoruz!..
Halbuki: “Asra yemin olsun ki; insan hüsran içindedir… Ancak iman edenler, salih amel işleyenler, Hakkı tavsiye edenler, sabrı tavsiye edenler hariç”[1] ayetleri hüsrandan kurtulmanın ve imtihanı kazanmanın dört temel şartını öğretmektedir. Asr Suresi: İman eden, salih amel işleyen, Hakkı tavsiye eden ve sabrı tavsiye eden dört ayrı zümrenin değil, bu dört vasfı birlikte üzerinde taşıyan kimselerin kurtulabileceğini haber vermektedir.
Yani; kişi önce eksiksiz ve şüphesiz, Kur’ani hüküm ve haberlere iman edecek… Bu iman, tabiatıyla onu ibadete ve her işte istikamete yöneltecek… İman ve amelle beraber inandığı gerçekleri başkalarına da anlatıp tebliğ edecek, Hakkı hâkim kılmaya gayret gösterecek… Ve bu gayret ve hizmetlerinden dolayı uğradığı çeşitli sıkıntı ve zorluklara hem kendisi katlanacak, hem de çevresine sabır ve metaneti tavsiye edecek, ümit verecektir. Yine konumuzun başına dönelim: Hz. Cibril-i Emin, Efendimize 3 şey sormuştu. İman, İslam ve İhsan… İşte Asr Suresi de bu gerçeğin başka bir izahıdır. Evet kurtuluşun adayları: 1- İman edenler, 2- Salih amel işleyip İslam’ı hayatına tatbik edenler, 3- İhsan mertebesinde Hakkı hâkim kılmaya ve bu uğurdaki zorluklara katlanmaya gayret edenlerdir.
İlim ve öğrenme talebinden, tasavvuf terbiyesinden ve cihad gayretinden nasipsiz insanlar elbette hüsran içindedir. Ve onlara yazıktır!.. Çünkü; ilimsiz, ibadetsiz ve gayretsiz hiç kimse yaratılış gayesine ulaşamayacak ve kulluk imtihanını kazanamayacaktır… İman, ilim ve ibadetten oluştuğu için: “Hayat; ilim, ibadet ve cihaddır” gerçeği “Hayat; iman ve cihaddır” şeklinde kısaltılmıştır. Evet, “Hayat; iman ve cihaddır”… Cihadsız hayat, memattır (ölümdür). Cihadsız insanlar, meyyiti müteharrike (yürüyen cenazeler)den farksızdır… Gayesiz ve gayretsiz insan sadece et ve kemik yığınıdır… Davasız ve duygusuz insan… Dertsiz ve düşüncesiz insan… İnsanlığın yüz karasıdır. Zulümden nefret etmeyen, mazluma merhamet etmeyen, din için gayret etmeyen ve haksızlıklara karşı direnmeyen, hatta doğruları konuşmaya bile cesaret edemeyen kimseler; gerçek ve olgun insan olamazsa, ya mazluma zahmet edenler, ya zalime destek verenler, ya insanların haklarını çiğneyenler bilmem ki ne sayılacaktır?
Evet, imanı bir tohuma benzetirsek; salih ameller ondan çıkan ağaç, güzel ahlâk bunun dalları, cihad ise bu ağacın meyveleridir. Amele dönüşmeyen, kişinin hayatını ve ahlâkını değiştirmeyen bir iman; filizlenme kabiliyetini yitirmiş çürük bir tohum gibidir. Şayet bir ağaç; dal budak saldığı halde meyve vermiyorsa, bu takdirde o ağaç yabanidir, aşılanması gerekir… İşte cihadı, yani Hak ve hayır yolunda bir çabası ve katkısı olmayan bir Müslüman da böyle meyvesiz ve meymenetsiz ağaç misalidir. Cihadın nasıl yapılacağını ise bizzat Kur’an öğretmektedir. Ayetlerden anlıyoruz ki, dış düşmanlara karşı askeri cihad, ülke içindeki haksızlıklara karşı ise, fikri ve siyasi cihad gereklidir. Kur’ani kıssalar, önemini ve özelliğini asla yitirmeyen, herkese ve her zaman gereken ibret ve hikmet dersleridir.
Bakara Suresi 246-251. ayetlerinde anlatılan ve sonunda; “Bunlar, (basit hikayeler değil) Allah’ın ayetleridir ki, bunları Sana Hakk (ve ibret) olarak okuyoruz (vahyedip öğretiyoruz). Elbette Sen bu (gerçekleri öğretmekle görevli) elçilerdensin”[2] ayetiyle son bulan Talut’la Calut olayı da; cihad, cemaat ve itaatle ilgili hem çok önemli kurum ve kuralları tanıtması hem de cihad ibadeti ve imtihanı karşısında Müslümanların genel tavrını ve insan psikolojisini ortaya koyması bakımından pek anlamlıdır ve sık sık dikkatle okumalıdır…
“(Ey Nebim!) Görmedin mi; (Hz.) Musa’dan sonra (Mısır’dan çıkarılan ve ıssız, verimsiz çöllerde esir hayatı yaşamaya mecbur bırakılan) İsrailoğullarının ileri gelenleri peygamberlerine gidip: ‘Bize bir komutan-melik tayin et ki; (onun emrinde) Allah yolunda (cihad edip) çarpışalım’ demişlerdi. (O zat kendilerine şunu) Söyledi: ‘Ya size kıtal=cihad farz kılınır da, sonra sözünüzden döner ve çarpışmaktan=cihaddan kaçarsanız (büyük bir günah yüklenmiş olursunuz. Gerçekten hürriyet ve selamete kavuşmak için cihad etmek mi istiyorsunuz, yoksa kuru kahramanlık mı taslıyorsunuz?’. Onlar ise cevaben:) ‘Bizler niçin Allah yolunda çarpışmayalım (ve niçin cihaddan kaçalım) ki; yurtlarımızdan, (yuvalarımızdan zorla) çıkarılıp ve çoluk çocuğumuzdan ayrılıp (buralara sürülmüşken… Böyle esir ve zelil yaşamaktansa ölmeyi tercih ederiz)’ dediler… Fakat (ne yazık ki) kendilerine (zulümle ve zalimlerle) çarpışma (ve cihad izni) yazılıverilince içlerinden pek azı hariç, çoğu (cihaddan ve sorumluluktan) yüz çevirip (ayrıldılar.) [Tefsirlerin ve tarihçilerin rakamına göre yirmi bin kişiden on beş bini caydı, ancak beş bini kaldı.] Allah (zaten) zalimleri bilir. (Ve böyle imtihanlarla herkese de gösterir.)”[3]
“Peygamberleri (sözünde sadık kalanlara) dedi ki: ‘Allah (CC) Talut’u size Melik (cihad emiri ve yönetici) olarak tayin etti. (Haydi artık ona biat ve itaat edin.)’ Bunun üzerine bazıları: ‘O bizim üzerimize nasıl komutan olabilir? Ki bizler liderliğe ondan daha layıkız. Halbuki ona geniş servet ve mal da verilmemiştir’ diyerek (itiraz ettiler… Cihad sorumluluğundan kaçmak için komutanda kusurlar aramaya, nefsaniyet ve enaniyet yüzünden ortalığı bulandırmaya başladılar… O beş bin kişinin de üç bin kadarı böylece ayrıldı ve ayıklandı. Geride sadece iki bin kişi kadar kaldı. Ve peygamberleri onlara) şunları söyledi: ‘(Neden nefsinize uyup bu komutana itaatten kaçıyorsunuz?) Halbuki Allah (CC) onu sizin üzerinize seçti (ve başınıza gelmesini takdir etti), onun ilmini ve kuvvetini arttırdı. (Bir cihad emirine ve devleti yönetenlere gereken sıfatlar da bunlardır.) Allah mülkünü dilediğine verir. Allah’ın (lütfu) geniştir ve her şeyi hakkıyla Bilendir… (Bu komutana itaatsizliğiniz, aslında Allah’ın takdirine ve taksimine itirazınız ve itimatsızlığınız yüzündendir.’)”[4]
“(Ve nihayet) Talut (geri kalan az sayıdaki) askeriyle (şehirden) ayrılınca (onlara) dedi ki: ‘(Size güvenebilmem için) Allah sizi bir ırmakla imtihan edecektir. (Karşıya geçinceye kadar) Kim bu sudan içerse benden değildir. Ancak sadece eliyle birkaç avuç almak hariç, eğilip doya doya içmeyenler bendendir.’
(Böylece kimlerin ne derece itaat edip etmeyeceklerini denemek ve öğrenmek istedi. Ama maalesef) İçlerinden pek azı hariç hepsi o sudan içtiler. (Bu nasıl komutan ki Allah’ın akıttığı bedava suyu bile bize çok görüyor. Buna itaat edilmez dediler ve o iki bin kişiden bini daha ayrıldı, geride sadece bin kişi kaldı.)
(Anlaşılıyor ki insanların çok önemli bir kısmı korkaklık, tembellik, rahatına ve menfaatine düşkünlük gibi sebeplerle daha başından cihad davetine uymamışlar, diğer bir kısmı cihada taraftar görünmüş ama iş ciddiye binince komutanı beğenmeyerek safa katılmamışlar. Geri kalanın bir bölümü de cihad emirinin talimat ve tatbikatlarına itiraz ederek ordudan ayrılmışlardır.)
Nihayet Talut ve kendisiyle (her halde) beraber olan (sadık)lar ırmağı geçince (komutanı dinlemeyip sudan kana kana içenler) dediler ki: ‘Bugün, (düşmanımız olan) Calut’a ve askerlerine karşı koyacak gücümüz yoktur. (Sayı ve silah bakımından bizden kat kat üstün olan bir orduyla savaşa kalkmak açıkça intihar olur)’ Dediler… (Böylece bin kişiden dokuz yüzü ayrıldı, sadece yüz kişi kaldılar.)
Allah’ın (rahmetine ve nusretine) kavuşacaklarına kesin iman edenler ise şöyle dediler: ‘Nice az topluluklar, Allah’ın izni ve inayetiyle pek çok kalabalıklara galip ve üstün gelmiştir. Allah (kalabalıklarla ve güçlü olanlarla değil, Hak yolda ve cihad davasında) sabredenlerle beraberdir.”[5]
“Onlar(dan iman erleri) Calut ve askerlerine karşı çıkarken de şunları söylediler: ‘Rabbimiz, (cihaddan kaçmamak, ordudan ve itaatten ayrılmamak için) üzerimize sabır ve metanet yağdır… Ayaklarımızı (hizmet ve istikamet üzerinde sabit ve) sağlam tut ve (Senin Hakk dinini ve adalet düzenini) inkâr eden topluluklara karşı bize yardım et…’ (diye dua etmişlerdi”[6]
“Derken Allah’ın izni ve inayetiyle onları hezimete uğrattılar… (Henüz peygamber olmamış bulunan ve genç bir subay olarak orduya katılan Hz. Davud, düşman tarafın henüz bilmedikleri ve şaşkınlıkla izleyip panikledikleri, yeni bir teknolojik silah hükmündeki attığı sapan taşıyla, zırhlar içinde ve fil üzerinde gururla meydan okuyan kâfir komutanı Calut’un gözlerini kör edip, beynini akıtarak öldürünce; başsız kalan düşman birlikleri dağıldılar ve bozulup kaçtılar; böylece) Davud Calut’u öldürdü…”[7]
Şimdi de bu ibret ve hikmet dolu kıssadan çıkardığımız dersleri ve prensipleri maddeler halinde arz edelim:
1- Cihadsız ve gayretsiz huzur ve kurtuluş mümkün değildir.
2- Silahlı savunmada komutansız ordu, siyasi ve sivil hizmetlerde ise lidersiz teşkilat kurulamayacağı ve cihad yapılamayacağı bir gerçektir.
3- Cihad emirine biat ve itaat etmeyen ordu başarıya ulaşamaz, birliğini ve kuvvetini koruyamaz.
4- Cihad emirinde gerekli olan en önemli iki hususiyet;
a- İlmi dirayet ve feraset, siyasi ve idari kabiliyet,
b- Cismani sıhhat ve selâmet… Güç, kuvvet, cesaret ve metanettir.
5- İnsanların ve özellikle Müslümanların gerçek ayarını ortaya çıkaran ve onlara huzur, hürriyet ve haysiyet kazandıran en mühim ibadet ve imtihan cihad görevidir.
Kur’an’ın haber verdiği bu kıssada olduğu gibi, kimisi cihadın zorluğundan çekinerek, kimisi tayin edilen liderdeki kusurları bahane ederek, kimisi komutanın emirlerini yersiz ve yararsız görerek, kimisi düşman tarafının kalabalık ve güçlü olduğunu ve onlarla başa çıkmanın imkânsız bulunduğunu ileri sürerek, cihad ve cemaatten ayrılmış ve imtihanı kaybetmişlerdir.
6- Cihad ordusunun sayıca çoğalması yerine bilakis giderek azalması ve birtakım insanların cemaatten ayrılması, o davanın haksızlığına alâmet sayılamayacağı gibi, bu durum zaferin ve takdirin gecikmesine de sebebiyet veremeyecektir.
7- Çünkü; “Allah’ın izni ve inayetiyle nice az topluluklar, nice kalabalık orduları yenmiştir ve yenecektir.”
8- Çeşitli bahanelerle ordudan ve teşkilattan ayrılan ve cihaddan kaçan binlerce kişi kendi yerinde ve görevinde sabit kalsaydı yine zafer inananların olacaktı ve onlar da bu sevap ve şereften mahrum kalmayacaktı…
Ama onlar ayrıldı, geriye pek az insan kaldı diye zafer gecikmiş olmadı. Yine inananlar ve sabredip zorluklara katlananlar kazandı… Hem bir kişinin üstün kabiliyet ve kahramanlığı bütün zafer kapılarının açılmasına vesile yapıldı. Çünkü zafer ve galibiyet Allah’ın elindedir ve Allah sabredenlerle beraberdir. Ve asla Allah’tan ümit kesilmeyecek, en aciz ve çaresiz durumlarda bile Allah’ın kudretine iman ve itimat edilecektir. Çünkü ümit, imanın canı gibidir. Ümit, tevbekâr olup mağfiret ve merhametine sığınınca Allah (CC) tarafından günahlarının bağışlanacağını ummak… Rabbinin lütfu inayetiyle her türlü darlık ve hastalıktan kurtulabileceği temennisinde bulunmak… Sebep ve vasıtalara riayet ederek, sabır ve sebat göstererek yapılan cihadın sonunda mutlaka galip gelineceğine ve zafere erişileceğine şüphesiz inanmak demektir.
Ümit, Allah’ın va’adine itimat ve Kur’an’ın müjdesine itikad etmektir. Ümitsiz insan, Allah’ın sonsuz kudretine ve kullarına olan va’adlerine güvenmiyor ve Rabbini hâşâ, “sözünü yerine getirmemek ve gücü yetmemekle” itham ediyor demektir. Ümit, imanın canıdır… İnsanı tevbeye, ibadet ve istikamete yönelten… Çeşitli hastalık ve sıkıntılara karşı dayanma gücü veren… Hizmet yollarında gayrete getiren devamlı ümittir. Karamsarlık ve ümitsizlik ise imanın felç olması halidir. Çünkü karamsarlık insanı korkaklığa ve kararsızlığa itecek, gayret ve kabiliyetlerini köreltecek, tembellik ve tedbirsizliği netice verecektir. Ümit ise; her türlü yılgınlık ve yorgunluğu defedecek, yeni girişim ve deneyimlere cesaret verecek ve sürekli daha ileri hedefleri göstererek başarı ve mutluluk yollarını açacaktır. Şahısların veya toplulukların Allah hakkındaki zanları ne ise, Allah da onlara öyle muamele edecektir. Mü’min; özellikle Hak-Bâtıl mücadelesinde zahiri bütün sebeplerin tükendiği, maddi bütün çarelerin bittiği yerde bile ümitvar olabilen kimsedir. Çünkü; “…Allah’ın (nusret ve inayetine) kavuşacaklarına kesin zanları (ve kanaatleri) olan kimselerdir: (Sayı ve silah bakımından) Nice az topluluklar var ki, Allah’ın izniyle güçlü ve kalabalık düşmanlarına galip gelmiştir… Zira Allah, sabredenlerle beraberdir.”[8] inancındadırlar.
Milli siyaset cephesindeki başarılarımızı hazmedemeyen bazı kimselerin; “Siz böylelikle kesin zafere varamazsınız… Adil bir Düzen’e ulaşamazsınız… Dış güçlerin ve masonik çevrelerin kahrından kurtulamazsınız!..” gibi iddiaları; ya Milli girişim ve gelişmeleri istemediklerinden ve içlerine sindiremediklerindendir. Veya Allah’ın kuvvet ve kudretine akıl erdiremediklerinden ve va’ad-i İlahi’ye güvenemediklerindendir. “Hayrihi ve şerrihi minallahi Teâlâ” diyenlerle, “Hayrihi ve şerrihi minel Amerika” diyenlerin elbette düşünceleri farklı olacaktır. Yegâne kuvvet ve kudret sahibi olarak Allah’ı değil de Amerika’yı görenlerin İslam’ın zaferine inanmaları beklenmemelidir. “Sana gerçeği müjdeledik. (Sakın) Umut kesenlerden olma! Zira sapkınlardan başka kim Rabbinin rahmetinden umut kesebilir?”[9] ayetleri üzerinde düşünmemiz gerekir. Çünkü ümitsizlik küfür ve sapkınlık sebebidir…
“Allah’tan ümit kesilmez, amma!..”, “Kur’an’ın hükmü ve haberi Hak’tır, amma!..” gibi sözler şek ve şüphe dolu kalplerin aynasıdır. Zira dil, kalbin tercümanıdır… Bu gibi “amma!..”lar inanç zafiyetinin ve ümitsizliğinin alâmetidir… Elbette ümitvar olmakla, hayalperest olmak farklı şeylerdir. Hayalcilik; hiçbir hizmet ve hazırlığı olmadan, sebep ve çarelere başvurmadan oturup tembellik döşeğinde zafer ve zenginlik beklemektir… Ümit ise haklı ve hayırlı gayeler için gerekli her türlü gayret ve fedakârlığı gösterdikten sonra Allah’ın yardımıyla başarıya ulaşacağına inanmak ve O’na güvenmektir. Çünkü; “…Kim Allah’tan korkup (haksızlık ve ahlâksızlıktan) sakınırsa (ve Rabbine güvenip sığınırsa, Allah) ona (her türlü darlık ve zorluktan kurtulacak) bir çıkış yolu açacaktır. Ve onu hesaba katmadığı (hiç ummadığı) bir yönden rızıklandıracaktır. Kim de Allah’a tevekkül ederse, O, kendisine kâfidir (onu asla sahipsiz bırakmayacaktır)…”[10]
Şeytan ve nefis insanı; “Sen zaten cehennemliksin!.. Bu kadar günahtan temizlenemezsin!.. Asla affedilmezsin!..” şeklinde vesvese vererek ve “Mademki ahiretin battı… Hiç değilse dünyanın keyfini çıkar” diyerek her türlü zulüm ve günaha teşvik eder ve adım adım küfre sürükler… Oysa; “Ey (günah işleyerek) nefislerini zarara sokan kullarım… Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin… Çünkü Allah bütün günahları bağışlayıcıdır.”[11] müjdesine güvenmek, Rabbimizin rahmetine yönelmek ve “Size azap gelip çatmadan Rabbinize dönün. O’na teslim olun. Aksi halde sonra size yardım edilmez.” ikazına kulak verip tevbe etmek gerekir.
Aynı şeytan ve nefis; “Şuurlu Müslümanlar pek azınlıktır… Darmadağınıktır. Güçsüz ve zayıftır… Dinsiz çevreler ve dış güçler çok kuvvetli ve zorbadır. Onlarla başa çıkmak ve Adil Düzen’i kurmak hayaldir, imkânsızdır… Öyleyse bırak bu cihad, irşat davalarını. Bu zamanda gemisini kurtaran kaptandır… Kendi nefsini koruyan kahramandır… Hem zaten ahir zamandır!.. Her şey, her gün biraz daha kötüye gidecek… Bunların önü alınmaz, uğraşmak boşunadır!..” gibi yalan yanlış düşüncelerle Müslümanları vurdumduymazlığa, nemelazımcılığa, uyuşukluğa, korkaklığa ve karamsarlığa sevk eder… Haksızlıklara ve ahlâksızlıklara karşı ilgisiz, gayesiz ve gayretsiz insanlar haline getirir. İşte bu ümitsizlik insanı, nefsin ve şeytanın kölesi ve zalim düzenlerin esiri olan basit ve bayağı kimseler durumuna düşürür… Konumuzu bir ayet mealiyle kapatalım:
“Ey oğullarım, haydi gidiniz de (hayırlı bir haber getirmek için) Yusuf’u ve kardeşini (dikkatle ve titizlikle) araştırıveriniz… (Ey Müslümanlar! Siz de nice yıllardır kaybettiğiniz izzet ve hâkimiyetinizi yeniden bulmaya gayret ediniz…) Sakın Allah’ın rahmet ve inayetinden umut kesenlerden olmayın. Zira kâfir olanlardan başkası Allah’ın nusret ve merhametinden ümit kesmez (kesmemelidir).”[12]
İçtihad Niçin Lazımdır?
İçtihad: Kitap ve Sünnet (Kur’an ve Hadis) gibi iki sabit (değişmez) kaynakla; icma, kıyas, istihsan, mesalih-i mürsele, örf ve âdet gibi diğer delilleri esas alarak, dini ve dünyevi konularda kanun ve kurallar çıkarmak için, âlimlerin ve hukuk bilginlerinin bütün cehdü gayretini sarf etmesi işlerinin tamamıdır.
İcma: Hukuk bilginleri ve din âlimlerince, bir konuda ittifak oluşturulması ve ortak karar birliğine varılmasıdır.
Kıyas: Benzer konuları ve sorunları karşılaştırmak suretiyle, gerekli ve geçerli sonuçlar çıkarılmasıdır.
İstihsan: Aklen ve ahlâken güzel bulunan, hayırlı ve yararlı yorum ve yapılanmaların ortaya konulmasıdır.
Mesalih-i Mürsele: Toplumun genel maslahat ve menfaatini gözeterek, zorlukların kolaylaştırılması, sıkıntı ve sorunların aşılmasıdır.
Örf ve Âdet: Toplumların, tarihi deneyimler ve kültürel birikimler sonucu benimsediği, gelenek ve göreneklerle biçimlendirdiği, İslam’a aykırı olmayan yaşam tarzına ve standartlarına uygun kanunlar yapılmasıdır.
İçtihad kapısı kıyamete kadar açıktır ve her asırda müçtehid ve müceddid âlimler mutlaka çıkacaktır.[13]
Zira İslam, kıyamete kadar gelişen ve değişen bütün zaman ve mekânların, her sınıf ve seviyeden bütün insanların Hak dini ve hayat disiplinidir. “Zaman ve mekânların değişmesi ile ahkâmın (hüküm ve kanunların) da değişmesi inkâr edilemez.” (Mecelle) Bir genel kuraldır.
Evet içtihad, toplumun ihtiyaçlarına çare üretmek ve sorunlarına çözüm getirmek için açılan bir yoldur ve İslam bu yolu devamlı açık tutmaktadır. Elbette itikad ve ibadet konularında yeni ve keyfi içtihadlara asla gerek olmadığı gibi “Mevrid-i Nass’da (hakkında Ayet ve Hadiste kesin delil bulunan konularda) da içtihada mesağ (izin ve ihtiyaç) zaten yoktur.”[14] Ancak Kur’an ve Sünnet’in temel esaslarına ve dinin genel amaçlarına uygun olarak, iktisad, ticaret ve siyaset gibi muamelat konularında, değişen hayat şartlarına uygun olarak, yeni içtihadların yapılması kaçınılmazdır. Aklıselime, müspet ilme, tarihi tecrübelere ve hazır Batı medeniyetinin birikimlerine, evrensel hukuk kaidelerine, örf, âdet ve geleneklerimize ve Milli bünyemize uygun yeni ve yeterli düzenlemeler elbette lazımdır.
Şu husus asla unutulmamalıdır: İslam’da kıyamete kadar asla değişmeyecek ve hükmü devam edecek olan sadece Kur’an ve Sünnet’tir. Kur’an ve Sünnet’in farklı zamanlardaki yorumları, te’vil ve tefsiri ise “sabit doğrular” değildir, değişebilir. Ehl-i Sünnet’in, müçtehid mezhep imamlarının birçoğunun, daha önceki içtihad ve kararlarından dönmüş olduklarını ve en yakın talebelerinin henüz kendi sağlıklarında bile birçok konuda üstadlarına aykırı davrandıklarını ve farklı içtihadlarda bulunduklarını ve bu tavırların da gayet tabii sayıldığını bilmek ve kabullenmek durumundayız. Evet değişmeyen “mutlak doğrular” yalnız Kur’an ve Sünnet’tir. Ve müçtehid Ehl-i Sünnet imamlarının, İslam’ın asıl amaçlarına ulaşmak için ortaya koydukları temel usül, metot ve prensiplerdir. Yoksa Kitap ve Sünnet’ten anlaşılan manalar, fetvalar, te’viller, tefsirler, eserler “mutlak ve değişmez doğrular” olmayıp sadece mukayyet (zaman ve mekânların kendi özel şartları ile kayıtlı) ve değişebilen doğrulardır.
Örneğin; Emevi ve Abbasi uleması, Kur’an ve Sünnet’i esas alarak kendi dönemlerinin şartlarına uygun bir vergi ve toprak sistemi oluşturmak mecburiyeti hissetmişlerdir. Daha sonra gelen Selçuklu uleması, onların bu sistemini kendi devir ve durumlarına uygun görmediğinden, yine Kur’an ve Sünnet’i esas alarak ve mezhep imamlarının usül ve kaidelerinden yararlanarak ayrı bir vergi ve toprak sistemi geliştirmişlerdir. Daha sonra gelen Osmanlı uleması ise, değişen ve gelişen kendi özel şartlarına uygun daha başka bir vergi ve toprak sistemi çıkarmış ve uygulamıştır. Şimdi o dönemlerin kendi özel şartlarına ve sınırlı ihtiyaçlarına göre hazırlanmış vergi kurum ve kurallarını, bugünümüze aynen uygulamayı düşünmek, muamelat konularında o günler için yazılmış (Fıkıh) hukuk kitaplarıyla bugünkü devletleri aynen yönetmeye kalkışmak, gelişmiş bir gence bebeklik elbiselerini giydirmeye uğraşmaktan farksızdır.
O devirlerde, bir usta ile iki çırağın çalıştığı atölyelerin yerini, bugün on binlerce insanın çalıştığı dev fabrikalar almıştır. Üretim ve tüketim vasıtaları ve hayat standartları, oldukça değişmiş ve gelişmiştir. Siyaset, ticaret, sanat, sanayi, tarım ve teknoloji konularında yepyeni meseleler, karmaşık problemler ve uluslararası münasebetlerde çok farklı ve çok boyutlu durumlar ortaya çıkmıştır. Bu değişen ve gelişen durumları, ilim ve akıl ölçülerine göre yeniden değerlendirecek, ihtiyaç ve ihtilafları çözecek “yeni içtihadlar” gerekmektedir.
Aleyhissalatü Vesselam Efendimiz; “(Uygulama alanı ve yararlanma imkânı bulunmayan ve ümmetin derdine derman olmayan) Faydasız ilimden Allah’a sığınıyordu.”[15]
Bugün için geçerli ve yeterli bulunmayan, maddi ve manevi sorunlarımıza çare olmayan kuru sözleri ezberlemek de, bir nevi faydasız bir ilim ve beyhude bir emektir. Resulüllah (SAV) Hazretleri bir hadisinde şöyle buyurmaktadır:
“(Anlamadan ve ihtiyaçlarına cevap çıkaramadan) Okuyup tekrarlamak Kur’an değildir. (Başka insanlara ve farklı dönemlere ait bilgi ve becerileri ezberleyip) Nakletmek ise ilim değildir. Kur’an(dan o gün için ihtiyaç duyulan mana ve yorumları çıkarmak) bir hidayet meselesi, (gerçek ve geçerli) ilim ise, ancak özel bir dirayet, kabiliyet ve marifet işidir.”[16]
İmam-ı Azam Hazretleri; “Kur’an ve Hadis öğrenip, fıkıh ve içtihad bilmeyen kimse, çeşitli ham maddeleri toplayıp, ama ilaç yapmasını bilmeyen kimse gibidir. Çok zengin bir ecza deposuna sahip olsa bile, hangi ilaçların nasıl yapılacağını ve hangi hastalığa yarayacağını bilemez.”[17] buyurmakla, bu gerçeği ne kadar güzel ifade etmişlerdir. Evet; bugün Müslümanların içinde bulundukları zillet ve esaretten kurtuluş yolları nelerdir? Geçiş döneminin özel şartlarına uygun esaslar nasıl belirlenecektir? Siyasi ve sosyal hizmet teşkilatlarının program ve prensipleri neler olacaktır? Adil bir düzende faizsiz banka, kredi, şirketler, para, çek ve senetlerle ilgili ekonomi dünyası… İşçi-işveren, vatandaş-devlet münasebetleri, emek ve ücret politikası… Hak ve sorumlulukları ayarlayan idari ve siyasi yapılanma nasıl oluşacaktır? Adil ve dengeli bir düzen nasıl kurulacaktır? İslam ülkeleri arasında, İslam Birleşmiş Milletleri, İslam Ortak Pazarı, Ortak İslam Dinarı, Ortak Savunma Paktı gibi teşkilatlar nasıl kurulacak ve hangi esaslara göre çalışacaktır? Devletler arası münasebetler hangi ölçülere dayanacak, kısacası yeni bir dünya nasıl kurulacak ve bu özlenen dünyanın hukuki, siyasi, ekonomik ve kültürel yapısı ve anayasası nasıl hazırlanacaktır? İşte bugün, birtakım kuru bilgileri ezberlemiş malumat depolarından ziyade; yukarıda arz ettiğimiz sorunların çözüm ve çarelerini üretebilen, ilmi dirayet ve İslami siyaset sahibi zatlara ihtiyacımız vardır. Yeri gelmişken hatırlatalım ki; İslami kurallar genel olarak iki kısma ayrılır:
1- Sabit ve değişmez kurallar: Bunlar zaman ve mekânın değişmesiyle veya fakihlerin içtihadıyla asla değiştirilemeyen temel esaslardır. Namaz, oruç, zekât, hac ve cihad gibi farzların bağlayıcılığı, içki, kumar, zina, faiz gibi haramların yasaklılığı, beş temel insan hakkına, yani; can, mal ve namus emniyetine, din ve düşünce hürriyetine yönelik suçların cezası ve şartları gibi kesin durumlarda gerek sayı ve şekil yönünden, gerekse zaman ve mekân yönünden olsun hiçbir değişiklik yapılamaz…
“Mevrid-i Nass’da içtihada mesağ yoktur.” (Mecelle) Yani hakkında Ayet, Hadis ve icmadan kesin delil bulunan konularda içtihada ve değişikliğe asla izin ve ihtiyaç yoktur.
2- Zamanın, mekânın ve şartların durumuna göre, genel maslahat ve mecburiyetler karşısında değişebilen hükümler: Siyasi ve idari yapılanma biçimi… Örf ve âdetlerle ve gelişen medeniyetlerle belirlenen ticari ve sınai kurum ve kurallar, değişen ve gelişen ekonomik ve sosyal şartlara göre şekillenen günlük hayat standartları… gibi konulardaki hükümler ise değişmeye ve yenileşmeye açık hükümlerdir. Maliki imamlarından El-Karafi, “El-İhkam” adlı eserinde; “Örf ve âdetlere dayalı hükümlerin, bu örf ve âdetler değiştiği halde, hâlâ sabit kalmasını ve değişmemesini icmaya ve dinin amacına aykırı bulduğunu” söylemiştir.
Hicri on üçüncü asırda yaşayan ve son dönem Hanefi ulemasının en büyüklerinden sayılan İbni Abidin, “Neşrü’l-arf fi Binâi Ba’dil-Ahkâmi ale’l-örf” adlı risalesinde; Hanefi fakihlerinin, değişik zaman ve şartlarda, ama aynı konuda verdikleri değişik fetvaları sıralamıştır.[18]
İbni Kayyim el-Cevziyye ise: “Eğer bu gibi hükümler esnek olmayıp sabit kalsaydı, birçok konuda adalet zulme, rahmet zahmete, yarar zarara, maslahat meşakkate dönüşürdü. Bu ise İslam’ın özüne tamamen, aykırıdır”[19] demiştir. Bu nedenlerden dolayıdır ki “Zamanların değişmesiyle ahkâmın değişmesi de inkâr edilemez” (Mecelle) esası bir kaide-i külliye halini almıştır.
Şimdi İslam toplumu için büyük tehlike oluşturan iki hususu arz edelim.
A- Birinci tehlike: Dinin değişmez ve değerini yitirmez nitelikteki temel kurallarının bozulması, yozlaştırılması veya hepten yürürlükten kaldırılarak yerine bozuk veya uydurma şeylerin konulması ve uygulanmasıdır. Dinde reform hevesleriyle yapılan bu gibi tatbikat ve tahribatlar sonucu İslam toplumu dejenere edilmiş, bütün değer ölçüleri değişmiş, helâl-haram düşüncesi kalkmış, ahiret ve mesuliyet duygusu yıkılmış, her türlü haksızlık ve ahlâksızlık yayılmıştır. Dini disiplinden ve ahlâki değerlerden koparılan insanlar, huysuz ve huzursuz kalabalıklar halini almıştır.
“Yaratılış gayesi Allah’a ibadettir. İbadet ise Yaratan’a hürmet, yaratılana ise merhamettir” düsturu ve düşüncesi unutulmuş, şuurlu ve huzurlu bir İslam toplumu yıkılarak, geride köküne ve özüne yabancı, bencil ve bunalımlı, gayesiz ve gayretsiz kalabalıklar bırakılmıştır. Bugün İslam dünyasında görülen dağınıklığın, geri kalmışlığın ve başka ülkelere bağımlılığın birinci sebebi budur. Yani İslami anlayış ve ahlâktan uzaklaşmış, daha doğrusu uzaklaştırılmış olmamızdır.
B- İslam toplumu için ikinci önemli tehlike ise; şartlara ve ihtiyaçlara göre değişme, gelişme ve güzelleşme, yani basitten mükemmele doğru evrimleşme özelliği taşıyan konularda; kısırlığın, donukluğun ve duraklamanın baş göstermesi, taassup ve taklitçiliğin ve kuru şekilciliğin yaygınlaşmasıdır. Bunun sonucu, durgunlaşan su gibi, İslam toplumu giderek içten içe kokuşmaya ve çürümeye başlamıştır. Artık iman ve doğruluğun yerini sapkınlık ve sahtekârlıklar, hareket ve bereketin yerini uyuşukluk ve kolaycılıklar, izzet ve asaletin yerini zillet ve horluklar kaplamıştır. Ruhta cihadın, fıkıhta içtihadın, ilimde icadın, toplumda vicdanın, ahlâkta asaletin, sanat ve sanayide teknolojik kalkınmanın terk edildiği bu dönemler, İslam toplumunun da onurunu ve huzurunu yitirdiği ve yıkıldığı dönemler olmuştur.
Halbuki İslam; devamlı düşünen, araştıran, gelişen, üreten, diri ve dinamik bir toplum oluşturmayı hedefler. Çünkü İslam, fıtratı ve hayatı kısırlaştırmak ve güdükleştirmek için değil, bilakis geliştirmek ve güzelleştirmek için gelmiştir. Fıtratı ve hayatı kirletecek olan aşırılıklar ve ahlâksızlıklar kadar, fıtratı ve hayatı köreltecek derecedeki taassup ve taklitçilik de din ve toplum için muzır ve mahvedicidir.
Kurtuluşumuz ise iki şarta bağlıdır.
1- Hakkı ve adaleti hayata hâkim kılacak ve Adil bir Düzen kuracak bütün tedbirleri acilen almak üzere, fikri ve siyasi cihadımızı kesintisiz sürdürmek…
2- Yersiz ve yararsız olan taassup, taklitçilik, şekilcilik, ucuz ve kolay kahramanlık hastalıklarını terk etmek ve asrın ihtiyaçlarına uygun içtihadlara yönelmektir.
Böylece, Türkiye’mizi örnek ve yüksek bir medeniyet merkezine dönüştürmek… Ülkemizi her din ve görüşten bütün insanların barış ve bereket içinde yaşadığı, bir dünya cenneti haline getirmektir.