Milli Görüş Medeniyeti’nin Yayılma Şansı ve Stratejisi
Beklenen değişim ve dönüşümle birlikte, adım adım yürürlüğe konacak olan Adil Düzen’in uygulanması sonucu oluşacak Milli Görüş Medeniyeti’nin, sadece ülkemizde ve bölgemizde değil, aynı zamanda bütün yeryüzünde hızla yayılacağı, bütün insanlığı etkisi altına alacağı ve çok mutlu ve muhteşem bir dönemin başlayacağı beklenmektedir.
Milli Görüş Medeniyeti’nin yayılma şansını artıran başlıca etkenler ise şunlardır:
1- Komünist ve kapitalist sistemlerin iflası ve bütün insani değerlerin imhası: Siyonizm’in güdümündeki emperyalist batı medeniyetinin, maneviyatı inkârcı ve ahlâki değerlere karşı isyancı bir düşünceye dayanması ve ekonomik ve sosyal dengeyi de bir türlü sağlayamamış olması, Milli Görüş Medeniyeti’ne bir nevi zemin hazırlamıştır.
2- BM ve NATO gibi kuruluşların çifte standartlı ve art niyetli olduklarının ve artık dünya barışını sağlayamayacaklarının kesinlikle anlaşılması: Bosna, Çeçenistan, Azerbaycan, Cezayir, Sudan, Keşmir, Ruanda, Kosova ve özellikle Filistin olaylarında, Irak ve Afganistan saldırılarında, Birleşmiş Milletler’in çaresizliği ve hatta zalim ve saldırganlara tarafgirliği, itimat ve itibarını tamamen bitirmiş, İslam Birleşmiş Milletleri ve İslam Savunma Paktı gibi yeni oluşumlar artık ihtiyaç haline gelmiştir.
3- Batılı insanın tamamen yozlaşması ve kendi değerlerini savunma ve bu uğurda sıkıntı ve zorluklara katlanma yeteneğini kaybetmiş olması:
Bütün manevi değerlerinden ve ölüm ötesi (ahiret) düşüncesinden tamamen yoksunlaşan ve yozlaşan batılı insan, İslami güçlere ve gelişmelere karşı başlatılacak saldırı ve savaşlara katılma ve bu uğurda fedakârlıklara katlanma duygusunu çoktan yitirmiştir… Şehvetin, lezzetin ve servetin esiri olmuş bu uyuşuk ve pısırık insanların, Hak’kı ve adaleti hâkim kılma arzusuyla ve insanlığa hizmet duygusuyla dopdolu olan şuurlu Müslümanların karşısında tutunmaları imkânsız gibidir.
Ve hele Birleşik İslam Güçleri ve Müslümanların yıllardır gizlice ürettikleri bilinen üstün teknolojileri karşısında, önce korku ve telaş, sonra da çaresizlik içerisinde teslimiyet göstereceklerdir.
4- Siyasi ve ekonomik yönden İslam Birliği’nin muazzam bir güç oluşturması:
Üstad Bediüzzaman’ın: “Bu zamanın en büyük farz vazifesi İttihad-ı İslam’dır. (İslam Birliği için çalışmaktır…)
Onun için (bu konuda) tembellik (göstermek)le günahınız büyüktür. Ve (şayet İslam Birliğini kurmak için çalışırsanız o takdirde) iyiliğiniz ve haseneniz (sevap ve şerefiniz) de gayet büyük ve ulvidir. Hususan (özellikle) kırk-elli sene sonra Arap (ve Türk) taifeleri Cemahir-i Müttefika-i Amerika (Amerika Birleşik Devletleri) gibi, en ulvi (yüksek) bir vaziyete girmeye (yıllardır) esarette kalan hâkimiyet-i İslamiyeyi, eski zaman(da olduğu) gibi küre-i arzın nısfinde belki ekserisinde (yeryüzünün yarısında belki çoğunda) tesisine (İslam Birleşmiş Milletlerinin kurulmasına) muvaffak olmanızı rahmet-i İlahiden kuvvetle bekliyoruz.”[1]
“İnşallah-u Taala Cemahir-i Müttefika-i İslamiye (İslam Birleşik Cumhuriyetleri) de meydana gelecek ve İslamiyet dünyaya hâkim ve hükümran olacaktır.”[2] diye kuvvetle ümit ettiği ve müjde verdiği, Milli Görüş’ün Muhterem Liderinin de İslam Birliği’ni (İttihad-ı İslam’ı) oluşturmak üzere;
a- Siyasi yönden “İslam Birleşmiş Milletleri
b- İktisadi yönden “İslam Ortak Pazarı”
c- Askeri yönden “İslam Savunma Paktı”
d- Bilim ve teknoloji yönünden “İslam İlim ve Kültür İşbirliği Teşkilatı”
e- Para birliği yönünden “Ortak İslam Dinarı” gibi evrensel dayanışma unsurlarının plan ve projelerini bitirdiği, ön hazırlık ve alt yapı hizmetlerini hazır hale getirdiği bu mutlu ve muhteşem oluşumlar karşısında, hiçbir hain güç tutunamayacak ve “Hak gelince, bâtıl zail olacaktır.”
5- Aynen Rusya gibi, Amerika ve Avrupa ülkelerinde de, dikta rejimlerin baskısından kurtulmayı bekleyen etnik ve sosyal kesimlerin, isyana kalkışması ve yıllardır gasp edilen haklarını almaya başlaması: Türkî Cumhuriyetlerin ve diğer mağdur ve mazlum milletlerin Rusya’nın esaretinden kurtulmaya çalıştıkları gibi, Zencilerin, Kızılderililerin, hatta Yahudi ve Protestanlar dışındaki Hristiyan kesimlerin Amerika’dan ve hâlâ sömürge hayatı yaşayan Afrika ve Asya’daki devletlerin Avrupa’dan haklarını aramaları, hürriyet ve haysiyetlerine kavuşmak için fırsat kollamakta olmaları da, Milli Görüş Medeniyeti için önemli bir avantaj sayılmalıdır.
6- Manevi boşluk ve ahlâki bunalım içinde kıvranan ve Siyonist güdümlü sermaye ve siyasetin kölesi yapıldıklarının farkına varan batılı aydınların, kendi toplumlarını Siyonist sömürüye karşı uyandırması ve ayaklandırması:
Avrupa ve Amerika’da Siyonist sömürü ve sermaye diktatörlüğü aleyhindeki yazı ve yayınların çoğalması, anti-Siyonist teşkilat ve faaliyetlerin yoğunlaşması da Milli Görüş’ün “dünyada değişim” planlarını kolaylaştıran unsurlardandır.
7- I. ve II. Dünya Savaşları’nda Siyonist Yahudi mihrakların kışkırttığı ve kullandığı Amerika ve yandaşlarından intikam alacakları günü bekleyen Almanya ve Japonya gibi ülkelerin bu cephede yer alması:
I. ve II. Dünya Savaşları’nda yıkılan ve uzun yıllar siyasi ve ekonomik baskı altında tutulan Alman ve Japon halkları, bu esaret ve ezilmişliğin intikamını alacakları günü kollamaktadır.
Ekonomide süper güç olan Almanya ile teknolojide süper güç olan Japonya’nın saf değiştirmesi, Siyonist hâkimiyetinin çöküşünü hızlandıracaktır.
“Sen onları (derli toplu bir) cemaat sanırsın. Hâlbuki kalpleri darmadağınıktır.”[3]
“O gün dostlar, birbirine düşmandır.”[4]
“Nihayet Hak gelince, onlar istemedikleri halde Allah’ın emri galip olacaktır.”[5] ayetleri de, bazı zoraki birlikteliklerin bozulacağına işaret buyurmaktadır.
8- Yıllardır dış güçler ve onların uşağı olan zalim diktatörler tarafından devamlı horlanan, hakaret ve haksızlığa uğrayan Müslüman halkların içlerinde biriken “onurlu ve huzurlu yaşama” duygularının taşması ve özgürlük gayretinin şahlanması.
9- Lüks ve konfor içinde pelteleşen batı toplumlarına karşılık, hayata ve hürriyete susamış Müslümanların ve mazlumların dinç ve dinamik yapısı: Her türlü nimet ve lezzet içinde bir nevi bunayan ve doyuma ulaşan ve artık dünyadan bir beklentisi kalmayan ve gerçek mutluluğu ve kalbî huzuru bir türlü yakalayamayan, küfür ve kötülük batağındaki ihtiyar batı insanına karşılık;
Asırlardır, her türlü hakları elinden alınmış, aç ve muhtaç bırakılmış, huzur ve haysiyete susamış genç ve dinç Müslümanların ve ezilmiş Asya ve Afrika halklarının haklı ve hayırlı bir hırs ve heyecanla çalışacakları ve çarpışacakları da, çok özel ve önemli bir noktadır.
10- Müslümanların Kazâ ve Kadere inanması, savaştan ve ölümden korkmaması, cennet saadetini ve şehadet rütbesini gönülden arzulaması:
Evet, ahireti dünyadan, ölümü yaşamaktan daha üstün tutan, zilletle yaşamaktansa izzetle ölmeyi amaçlayan iman orduları karşısında, hiçbir saldırgan güç dayanamayacaktır.
11- Adil Düzen’in ve Milli Görüş Medeniyeti’nin “Sömürme ve Sindirme” esasına değil, Hakkaniyet ve Hoşgörü temeline dayanması, herkese ve her kesime, en geniş temel insan hak ve hürriyetlerini sağlaması:
Milli Görüş Medeniyeti’nin bu özelliğinden ve güzelliğinden dolayı, sadece Müslüman halklar ve ülkeler değil, hak ve adalete susamış diğer milletler ve devletler bile mıknatıslanmış gibi, Adil Düzen’in kurum ve kurallarına kucak açacaklardır.
Bilindiği gibi İslam, hem “din” hem “düzen”dir. Dinin, iman ve ibadet kısmı özeldir, sadece samimiyetle inananlar için geçerlidir.
Ama “Adil Düzen” kısmı ise evrenseldir ve bütün insanlar için gereklidir.
12- Milli Görüş Medeniyeti herkesi hayrette bırakacak bir hız ve heyecanla:
a- Sanayi ve Teknolojide,
b- Ekonomi ve Ticarette,
c- Hukuk ve Adalette,
d- İlim, Araştırma ve Eğitimde,
e- Demokrasi ve Hürriyette,
f- Sosyal Denge ve Siyasette, öylesine üstün ve örnek bir sistem sergileyecek ki, bu yüzden dayatarak ve baskı uygulayarak değil, herkes arayarak ve arzulayarak bunlara sahip çıkacaktır.
Ve bir nevi Asr-ı Saadet sonrası benzer fetihler ve gelişmeler yaşanacaktır.
Hatırlanacağı gibi;
A- Hz. Ebubekir (RA) döneminde:
a- İrtidat (dinden çıkma) olayları hızla bastırılmış,
b- İran ve Irak’ın sınır kentlerinden Hire ve Şirzat gibi Dicle ve Fırat kıyıları alınmış,
c- Yermük (Suriye sınırında) Haçlı orduları hezimete uğratılmış.
B- Hz. Ömer (RA) döneminde;
Bütünüyle Suriye ve Şam, Filistin ve Kudüs, Mısır, İskenderiye, Irak, Mezopotamya baştan başa İslam diyarına katılmış.
C- Hz. Osman (RA) döneminde;
Başkaldıran fitne odaklarına rağmen; Kuzey Afrika, Kıbrıs, Horasan ve Türkistan alınmış.
D- Hz. Ali (RA) döneminde ise, dışa yönelik fetihlerde bir duraklama yaşansa da buna karşılık iç isyanlar ve itikadi sapmalarla mücadele edilmiş, çağlar boyu sürecek İslam Medeniyeti’nin ve adalet düzenin temelleri atılmış ve sağlamlaştırılmıştı.
Bu konuyu çağdaş Firavunluk düzeni olan Siyonizm’in de yakında yıkılacağına işaret ve beşaret (müjde) olan şu ayetlerle kapatalım:
“Şüphesiz Firavun’un âline ve avenelerine de uyarıcılar gelmişti. Ancak onlar bütün ayetlerimizi yalanladılar. Biz de onları izzet ve kudretimize yakışır şekilde yakaladık (ve cezalandırdık).
Şimdi sizin (bugünkü) kâfirleriniz, onlardan daha mı hayırlı (ki bunları zulümleriyle baş başa bırakalım)? Yoksa, kitaplarda sizin için bir (kurtuluş ve bağışlanma) beratı mı var?
Yoksa “biz yenilmez (ve karşı gelinmez) bir topluluğuz” mu diyorlar? (Bekleyin) O (Birleşmiş Haçlı ve Siyonist zalimler) topluluğu yakında bozulacak ve arkalarına dönüp kaçacaklardır.”[6]
Erbakan ve “Şeytanın ‘Dokuz’lu Çetesi”
Tefsir âlimleri ve yüksek fikir ehli şöyle buyurmuşlardır: “Kur’an’daki her ayetin, değişen ve gelişen bütün asırlara ve farklı toplumlara bakan, ayrı ayrı işaret ve hikmetleri vardır.” İşte mealini vereceğimiz şu Ayet-i Kerime’de, bugün yeryüzünde ve ülkemizde sürdürülmek istenen zulüm ve rezalet düzeninin “DOKUZ’LU BİR ÇETE” tarafından yürütüldüğüne açıkça işaret vardır:
“O şehirde (Medine’de; medeniyette ve memlekette) DOKUZ’LU BİR ÇETE (halkı ezmek ve zulüm düzenini sürdürmek üzere fikren ve fiilen iş birliği yapan dokuz ayrı şebeke) vardı, yeryüzünde (ve ülkelerinde) bozgunculuk çıkarıyorlar ve dirlik-düzen bırakmıyorlardı. (Kendi aralarında) Allah adına yemin ederek dediler ki: “Gece mutlaka ona ve ailesine baskın düzenleyelim (ve hepsinin işini bitirelim).” Sonra da sahiplerine ‘(Salih ve) ailesinin yok edilişinden hiç haberimiz yok (olup bitenleri asla görmedik). Bizler, gerçekten doğruyu söyleyenlerdeniz’ (diye onları aldatalım ve atlatalım).”[7]
Bu Ayet-i Kerime’de dokuz (9) gerçeğe dikkatimiz çekilmektedir:
1- Her zulüm ve sömürü düzeni, DOKUZ’lu bir çeteye ve organizeli bir örgüte dayanmaktadır.
2- Bunlar yeryüzünde ve ülkelerinde fitne ve fesat çıkarmaktadır.
3- Bunlar aslında barışa ve temel insan haklarına düşmandır.
4- Ama zahirde, demokrasi ve dindarlık istismarı yapılmaktadır.
5- Adalet ve hakkaniyet isteyen rakiplerini mertlikle değil, hainlik ve gizlilikle imhaya kalkışılmaktadır.
6- Üstelik bütün bu cinayet ve rezaletlerini inkâr etmekte ve yalancı şahitlikle sorumluluktan sıyrılmaya çalışılmaktadır.
7- Bunlar kendilerini, doğru ve demokrat olarak tanıtmaktadır.
8- Bütün işleri (ticaretleri, siyasetleri) hile, haksızlık ve tuzaktır.
9- Ne var ki, sonunda bütün bu tuzakları boşa çıkacak ve zulüm düzenleri yıkılacaktır.
İşte bu DOKUZ’lu çeteyi günümüzde aşağıdaki şeytan ve şarlatan şebekesi temsil etmektedir:
[1- Mafya, 2- Medya, 3- Mason.] + [4- Münkir, 5- Müşrik, 6- Münafık.] + [7- Müdür (bürokrasi), 8- Milletvekili (hain siyasetçi), 9- Mal (haram ve haksız servet) sahibi.]
Şimdi “DOKUZ “M” Formülü” diyebileceğimiz bu organizeli çetenin elemanlarını tek tek tanımaya çalışalım:
1- MAFYA: Halkın devletten ve adaletten ümidini kestiği, güvensiz ve dengesiz düzenlerde ortaya çıkan ve her türlü kanunsuzluğu ve kaçakçılığı mubah sayan yeraltı örgütleri ve karanlık güçlerdir.
2- MEDYA: Her türlü haksızlığı ve ahlâksızlığı reklam ve teşvik eden basın-yayın kuruluşları ve kişileridir. Milli çıkarları ve genel ahlâki kuralları yıkmaya yönelmişlerdir.
3- MASON: Yeryüzünde Yahudi hükümranlığını gerçekleştirme projesi olan Siyonizm’in, her ülkedeki yerli temsilcileri ve hizmetçileridir. Kökleri dışarıda gizli şer şebekeleridir.
4- MÜNKİR: Her türlü maneviyatı ve mukaddesatı açıkça inkâr eden, demokrasiyi despotizme, laikliği dinsizliğe çeviren inançsız kesimidir. Genellikle solculuk ve çağdaşlık kisvesine sığınan ve mukaddesata saldıran kimselerdir.
5- MÜŞRİK: Çoğu zaman Müslüman görünen ve dindar geçinen, Allah’a ve Yüce Yaratıcı’ya inandığını söyleyen[8] ama İslam’ın ahlâk ve hayat prensiplerini kabul etmeyen ve genellikle din diye atadan babadan gördüğü yozlaştırılmış gelenekleri taklit eden (Bakara: 170) ve Hak’kın değil kalabalığın peşinde sürüklenen tiplerdir.
6- MÜNAFIK: Münafıklar, İslami cemaatler içinden çıkarlar. Ya “hikmet ve hizmet” erbabı olarak kendini tanıtıp toplumu cihat ruhundan, siyaset ve devlet şuurundan uzak tutmaya çalışırlar. Diğer sekiz sınıfla iş birliği yapıp gerçek Müslümanlara cephe alırlar. Veya, makam ve menfaat hatırına bizzat hizmet teşkilatına sızıp kendilerini gizlemeyi başarırlar. Ama devamlı fesat çıkarır ve ortalığı karıştırırlar. Fırsat bulunca da haklı ve hayırlı bir teşkilattan ayrılırlar. Masonlarla gizli ilişkiler kurarak, Mescid-i Dırar misali yeni oluşumlara katılırlar.
7- MÜDÜR (bürokrat): Çeşitli banka ve fabrikalarda veya sivil ve askeri kurumlarda, ya da emniyet teşkilatında Genel Müdür, Müsteşar, Müfettiş gibi resmi makamlara getirilip bu yetki ve etiketlerini hıyanet ve hırsızlık yolunda istismara kalkışan; mafya ve masonlara rüşvet karşılığı kolaylık sağlayan bürokrat kesimidir.
8- MİLLETVEKİLİ (hain siyasetçi): Çeşitli partilerden aday olup Meclise giren ama bu siyasi forsunu ve dokunulmazlık zırhını kullanarak, karanlık güçlere yardım ve yataklık yapan Parti Başkanı, Milletvekili gibi haysiyetsiz ve hain siyasilerdir.
9- MAL (haram ve haksız servet) SAHİPLERİ: Bunlar faiz, karaborsa, ihtikâr, rantiyecilik, devlet ihalesi gibi hileli ve haram yollarla milletin emeğini ve alın terini sömüren ve Karunlar gibi semiren, zalim zengin tipi ve sözde iş adamları kesimidir.
Elbette bu dokuzlu çete devamlı birbirini kollayıp, irtibatlı hareket etmektedir. Medya bu tipleri reklam etmekte, bunlar medyayı beslemektedir.
İşte ülkemizde de, yıllardır çöreklenen ve toplumun başına bir kâbus gibi çöken bu şer cephesi ve şeytan şebekesi, zulüm ve sömürü düzenlerinin köklerini kurutacağı için Erbakan’ın partilerine ve hükümetine dokuz cepheden savaş açmış, iktidardan uzaklaştırmış ve partilerini kapatmışlardır… Ama çaresi yok, sonunda mutlaka Hak’kın uyarısı ve halkın uyanışı karşısında bitecekler ve batacaklardır… Ve zaten Erbakan bu dokuzlu çeteyle tam elli yıl savaşarak ve bütün tuzaklarını adım adım aşarak, mutlu sona ve Rabbine ulaşmıştır. O’nun aziz hatırasını ve siyasi mirasını istismar ederek iktidara taşınan AKP’nin, mukadder olan akıbete uğraması da kaçınılmazdır.
Bu Kur’ani konuya, “Dokuzlu Çete”yi haber veren ayetlerin devamıyla bakalım:
“Onlar (Müslümanlara ve mazlumlara karşı) bir tuzak (hileli bir düzen) kurdular. Biz de, farkında olmadıkları bir tuzak kurup onları helak ettik. (Bu tuzakları onların başına geçirdik.) Artık Sen bak gör ki, bu hile rejimlerinin (ve zulümlerinin) sonu nasıl oldu. Biz onları ve kavimlerini toptan mahvettik. İşte (şu harabeler), zulümleri yüzünden başlarına çökmüş evleri (ve şehirleridir). Şüphesiz (düşünüp gerçeği) bilen bir kavim için bunda büyük ibretler vardır. (Bunları düşünüp anlayanlar için, bir ibret ve hikmet levhâsı olarak bıraktık.) İman edenleri ve kötülükten sakınan kimseleri ise kurtardık. (Yani; Semud ve Hz. Salih kavminden inananları, küfür ve kötülükten kaçınanları selamete çıkardık.)”[9]
Ve Erbakan ömrünü bu dokuzlu şeytan şebekesine son darbeyi vurmanın ve insanlığı kurtarmanın bütün plan ve hazırlıklarını yaparak harcamıştı. Onun içindir ki, lüzumsuz konuşmaya ve edebiyat parçalamaya vakit bulamamıştı. Ama bugüne kadar edebiyat yapmaktan, icraat yapmaya fırsat bulamayan Başbakanlara karşılık, Erbakan’ın Refah-Yol döneminde olumlu ve onurlu işler peşinde koşup gereksiz laf konuşmaya tenezzül buyurmaması, hem bazı kiralık medya mensuplarını, hem mason siyaset münafıklarını, hem de entel geçinen bazı marazlıları kuşkulandırmıştı.
Daha önce Erbakan yıllarca konuşmuş ve halkımıza Hak’kı haykırmıştı. Çünkü o zaman “tebligat” (gerçekleri anlatma ve halkı uyandırma) konumundaydı. Ama Refah-Yol’da artık Başbakandı ve icraat makamındaydı. Yani tasarılarını tatbikata koyma durumundaydı. Bu marazlı çevreler bilmiyor ki “Tebligat makamında iken susmak ne kadar yanlışsa, icraat makamında iken lüzumsuz konuşmak da o kadar yararsızdı.” Hem bazen susmak ve tavır koymak en güzel cevaptı.
Hatırlayın… Bir zamanlar T.C. Başbakanı olarak rahmetli Özal ABD’ye gidiyor, kendisini New York Belediye Başkan Yardımcısı karşılıyordu. İşte bunun şahsiyetli intikamı, Clinton’un Irak’a karşı İncirliği kullanma talebi ve temennisi için açtığı telefona, Başbakan iken, Erbakan’ın cevap vermeye tenezzül buyurmamasıydı!.. Ve yine bir zamanlar T.C. Cumhurbaşkanı Özal Rusya’ya gidiyor, ama dönemin Devlet Başkanı, tatilini kesip kendisini karşılamaya bile gelmiyordu. Bunun gibi T.C. Cumhurbaşkanı Sn. Demirel Amerika’ya gidiyor, ama Beyaz Saray’da bir resmi ziyafet bile kendisine reva görülmüyordu. Yani ABD’li arsızlar, devlet onurumuza saygı göstermiyor ve bizi hesaba katmıyordu!.. İşte bütün bu hakaret ve hıyanetlerin anlamlı ve onurlu cevabı ise Erbakan’ın Başbakanlığı döneminde, Pentagon’un patronu ve ABD Savunma Bakanı William Perry’nin keyfine kapılmaması ve tatil programını kesip Perry’nin ayağına ve Ankara’ya koşmamasıydı! Erbakan bu tavrıyla şu mesajı vermeye çalışmıştı! “Ey karanlık güçlerin Perri’si! Şayet sizin İncirlik’teki üsleri kullanmak, Irak’taki hezimetten sıyrılmak ve olmayan şerefinizi kurtarmak için, Türkiye’ye yalvarma ihtiyacınız varsa, Türk yetkililerin vereceği uygun zamana göre kendinizi ayarlamanız ve ona göre program yapmanız gerekir!”
Ama bugüne kadar başkalarını köle gibi kullanmaya alışmış ve güçlü olmanın verdiği şartlarla şımarmış olan ABD Savunma Bakanı, Türkiye’ye haber gönderiyor ve “Bir-iki saatlik vaktim var. Cumhurbaşkanından Başbakanına, Dışişleri Bakanından Savunma Bakanına, Genelkurmaydan Dışişleri Uzmanlarına hepiniz hazır olun… Görüşüp gideceğim!” diyordu. Her türlü protokol kurallarını çiğnemeye kalkıyordu… Ama Erbakan, millet onurumuza ve devlet gururumuza yakışır bir tavırla: “Bizimle görüşmeniz ve bazı taleplerinizi iletmeniz gerekiyorsa bekleyin, öğleden sonrası için size bir zaman ayırabilirim!..” diyordu. Adam bu teklifi içine sindiremiyor, bir iki saat beklemeden defolup gidiyordu!.. Hoca da “Geçti Ankara’nın pazarı, sür uçağını Avrupa’ya” der gibi, bu haddini bilmeyen Amerikalıyı adam yerine koymuyordu!..
Şimdi AKP ve Erdoğan yalakası kesilen yazar yorumcu takımı; Erbakan’ın, yıllardır hasretini çektiğimiz bu ciddiyetli ve cesaretli davranışlarını “Amerika Refah’ı hesaba katmıyor”, “Erbakan Perry’den kaçıyor” diye tersine yorumluyor ve halkımızın gözünü boyayan bazı medya madrabazları, Firavun’un sihirbazlarından daha aşağılık bir tavır sergiliyordu. Oysa “Susulacak yerde konuşmak ahmaklık, konuşulacak yerde susmak ise korkaklıktır.” Nerede konuşulup nerede susulacağını bilmeyecek kadar diline hâkim bulunmasaydı, Erbakan sonunda Başbakanlık makamında olmayacak, o tarihi atılımları yapamayacaktı. Hem bazı olaylar karşısında susmak, konuşmaktan daha anlamlı bir mesajdı.
Erbakan Kuzey Irak’ta, ülkemiz ve bölgemiz açısından gayet olumlu sayılacak gelişmeleri yönlendirmek ve değerlendirmekle uğraşırken, sözde Amerika’ya atıp tutan ve ucuz kahramanlık peşinde koşanların, henüz birkaç gün önce Amerika’dan talimat alıp döndüklerini bilmeyen kalmamıştı. Hem Erbakan lüzumsuz yere niye konuşacaktı? ABD hükümetlerini yönlendiren Siyonist Localar ortaya çıkıp konuşmuyorlar ki, bölgemizdeki bazı aktörlerin akıl hocaları da meydana atılsınlardı? Üstelik Erbakan, Siyonistlerin güdümündeki Amerika’nın dişlerini çoktan saymıştı. “Bu tek dişi kalmış canavar”ın uzaktan bir iki füze fırlatmak ve bir iki uçak kaldırmak dışında, Körfez’de yeni bir savaşı göze alacak mecali bulunmadığının, çok çaresiz ve mecbur kaldığında ise intihar savaşına kalkışmış olacağının da farkındaydı. Birinci Körfez Savaşı’nda ABD; Almanya’nın, Japonya’nın, Fransa’nın parasıyla, Türkiye, Mısır ve Suudi Arabistan’ın katkısıyla, velhasıl tüm dünyanın ekonomik, siyasi ve askeri yardımıyla ancak Irak’la savaşabilmiş ve buna rağmen böyle 3. sınıf bir ülkeyle zor başa çıkmıştı.
Ama artık ABD bu imkânların hiçbirine sahip bulunmuyor, bölgede yalnızlığını ve çaresizliğini örtmek için çırpınıyordu!..
Erbakan ise, her türlü tedbirini almış güçlü ve güvenilir bir devlet adamı ciddiyetiyle, en küçük bir telaş ve tedirginlik göstermeden proje ve programlarını adım adım yürütmeye devam ediyordu… Suskunluğu ve vakurluğu ise Siyonist mahfilleri oldukça ürkütüyordu!.. Ülkemizdeki bir kısım kiralık köşe yazarları ve satılık televizyon yorumcuları; Erbakan, tanrı gibi taptıkları Amerikalı ağabeylerine yüz vermemiş diye, hırsından tepinip duruyordu!..
O sırada Amerika, Kuzey Irak’taki Ermeni ve Yahudi asıllı peşmerge ajanlarını Ruham adalarına taşımıştı… Acaba diyorum, bizdeki bazı medya ajanlarını ne zaman ve nereye kaçıracaklardı? Ama hayır, “Erbakan niye susuyor?” diye yırtınanlar, Hoca’nın; hayati önem taşıyan 2. Ekonomik Paketi açıkladığı basın toplantısını naklen yayınlamaları gerekirken, aynı günkü haber saatlerinde bile vermeyen, ama bir eski belediye müdürü hırsızın, hapishane aşkını haber diye ekrana getiren soysuzlara, Amerika bile sahip çıkmayacaktı… Çünkü nüfus kâğıtlarında “Müslüman” yazmaktaydı!.. Hâlbuki Amerika’ya bedava amigoluk da yapsalar, Yahudi ve Hristiyan olmadıkça, bunları adam yerine koymayacaklardı!..
ABD son çare olarak; Erbakan’a hıyanet sonucu parlatılıp iktidara taşınan ve Siyonist güdümlü Batı’nın BOP projesinde taşeron olarak kullanılan suni dindar kahramanlarla(!) bölgede varlığını ve ağırlığını korumaya çalışmaktaydı. Ama İsrail’in de, ABD ve AB işbirlikçilerinin de, acı ve alçaltıcı sonları yaklaşmaktaydı. CIA-MAAT’la AKP iktidarını 12 sene kucaklaştırıp ortak tahribat yaptıran, sonra FETÖ’cü yapının tamamını CIA karakolları olarak yurt dışı teşkilatlarına kaydırmak ve Erdoğan’ı daha çok avucuna almak için 15 Temmuz hıyanet kalkışmasını tezgâhlayıp birbirine vuruşturan Siyonist odakların, tarihin en büyük hezimetiyle hizaya sokulmaları artık oldukça yaklaşmıştı!?
Erbakan’ı Anlamak; İz’an ve İnsaf Meselesi
İnsan anlarmış, insanların halinden…
Yakın tarihimizin önemli ilim ve fikir adamlarından rahmetli Eşref Edip Bey, bir özel sohbetinde, İslam büyüklerinden örnekler vererek, “bugün kitlelerin peşinden gidebileceği bir liderin nasıl olması” gerektiğini sıralıyor ve bir ara durup soruyordu:
“Bu saydığım sıfatlara aramızda en uygun zât kimdir, biliyor musunuz?”
Suskunluğu yine kendisi bozuyor ve cevap veriyordu:
“Prof. Dr. Necmettin ERBAKAN Beyefendi!.. “
Zira çok güzel bir siması var. Başını dimdik tutuyor. Kibirli değil, ama vakur, asık suratlı değil, güler yüzlü… Safiyetle inandığı, samimiyetle bağlandığı ve sadakatle emirlerini yerine getirmeye çalıştığı İslamiyet’in, bütün özelliği ve temizliği yüzünde billurlaşmış!.. Yavaş sesle ve çok düzgün bir Türkçeyle konuşuyor. Kolay kızmıyor ve icabında en saçma şeyleri bile dinleme nezaketi gösteriyor. Konuşunca çok mukni (ikna edici) oluyor. Dediklerinin doğruluğuna en aksi insanı, en ters fikirli olanı bile inandırıyor. Çünkü söylediklerine, önce kendisi inanıyor.
Bilgi ve tecrübe sahibi, ilim ve edep erbabı bir halk çocuğu. Bizde bazı çevrelerin pek önem verdiği Garb’ı (Batı’yı) da çok iyi biliyor. Oranın en ileri mekteplerinde okumuş, Alman fabrikalarında tank mühendisi olarak çalışmış… Çok muhtaç olduğumuz teknik mevzûun profesörüdür. Yaşı genç ve enerji doludur. Memleketine hizmet etmek istiyor. Manevi tarafının çok kuvvetli olduğu biliniyor. Azimli, sabırlı ve sinirlenmiyor. Halkını çok iyi tanıyor. Onların içinden yetişti, tekrar içlerine döndü ve hep onların yanında kalmaya kararlı görülüyor.”[10]
Evet; en az 3-4 yabancı dil bilen, o dillerdeki basın ve yayını dikkatle takip ve tetkik eden, bilgisi, birikimi ve olayları tespit ve tahlildeki beceresi ile yerli yabancı herkesi hayret ve hayranlığa sevk eden bu ender şahsiyetin, yaklaşık 40 sene evvel, 5 Haziran 1977 genel seçimleri öncesi MSP Milletvekilleri aday adaylarına, Çankaya’da yaptığı konuşmadan bazı cümleler aktarmak istiyorum:
“… Recai Kutan Bey’den rica ediyorum, şimdi davamızın mücahitlerini ve kahramanlarını, yani aday adaylarını milletimize müjdelesin.
Burada ismi okunan, yani şu anda görünen tankları takdim edeceğiz… Ama bu BÜYÜK DAVANIN şu anda ortada GÖRÜLMEYEN DAHA BÜYÜK TANKLARI DA VARDIR!”
“… 21. Asrı, 4 bölümde mütalaa ettiğimizi bilmektesiniz.
Bunun 1900-1925’teki ilk 25 yıllık devresi, milletimize karşı birleşik düşmanların yaptığı harplerdir. Milletimiz bu yüzden Çanakkale’de, yarım milyon evladını şehit vermiştir. 1925-1950 arası ikinci 25 yıllık devre ise, bu harplerin yaralarının sarılması devresidir.
1950-1975 arası, üçüncü 25 yıllık devrede ise milletimiz yeniden kendini bulmaya ve şuurlanmaya gayret etmiştir.”
“Kuvvet ve kudret sahibi yalnız Cenab-ı Hak’tır. Kimse kendisini bir şey yapıyor sanmamalıdır. Asıl amaç Cenab-ı Hak’kın rızasıdır.”
“… Muhterem kardeşlerim… Herkese Refah, Milli Selametçilerin davasıdır!..”
“… Bakınız bir gün bayraklar tepeye dikildiği zaman, bu Millet Meclisi’nde en az 150 Milletvekili demektir. MİLLİ SELAMET, 150 MİLLETVEKİLİ ÇIKARDIĞI ZAMAN İSE, HER İŞ BİTMİŞTİR!..”
“Cenab-ı Hak’kın bir kula olan en büyük nasiplerinden birisi de ona inanç vermesi ve o inandığı yolda çalışmayı nasip etmesidir.[11]
Evet;
a- Milli Selamet’in REFAH’a dönüşeceğini,
b- Refah’ın 150’den fazla milletvekili ile Meclis’e gireceğini,
c- Ve ondan sonra zulüm ve sömürü döneminin tarihe gömüleceğini, tam 20 yıl öncesinden sezip, söyleyebilen,
d- Yaptığı bir duada, Nizam, Selamet, Refah, Fazilet ve Saadet isimlerini birlikte ve sırası ile zikredip, basiret ve ferasetiyle yıllar sonrasını görebilen,
e- Sadece parti bazında ve ülke sathında değil, tüm dünya çapında plan ve projeler üretip, onları adım adım uygulayabilen bir kutlu komutana sahip olmak!..
Bir dava eri için, bundan daha büyük bir müjde ve mutluluk düşünülür mü?
“O GÖRÜNMEYEN BAŞKA BÜYÜK TANKLARIN DA” cepheye sürüleceği ve Allah’ın va’ad ettiği kesin zafere Erbakan’ın projeleri ve sadık talebeleriyle gidileceği günlerin çok yakın olduğunu hissedip heyecanlanmamak mümkün mü? Bazen bir insanı en iyi tanıtan, onun için yazılan saf ve sade satırlardır.
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin “arı” amblemli albümünde yer alan ve sınıf arkadaşlarının şaka ile karışık bir samimiyetle, Erbakan hakkındaki görüşlerini yansıtan şu cümleler, Hoca’yı ne kadar güzel ve ne kadar mükemmel anlatmaktadır:
“Necmettin Erbakan…
Sofudur, dindardır, çalışkandır.
Proje ve raporları geniş izahlıdır.
Herkesin bir sahifede bitirdiği mevzuyu, o kırk sahifede hülasa eder (özetler).
Kendisine “cıvata nedir?” diye sorarsanız, bunun izahına demir filizlerinin (maden ocaklarından çelik fabrikalarına) naklinden başlar…”
Evet, cıvatanın izahına “demir filizlerinden” başlamak…
Yani, sorunların temeline ve kökenine inmeye çalışmak.
Yüzeysel çözümlerle ve pansuman tedbirlerle, toplumu oyalamamak!
Sıkıntıların sürüncemede kalmasına razı olmamak…
Sosyal, ekonomik, siyasi ve ahlâki bütün hastalıkların, önce gerçek mikroplarını üreten bataklık düzenini kurutmaya çalışmak…
İnsanlık bünyesine kanser uru gibi yerleşen Siyonist unsurundan, mazlumlar dünyasını temize çıkarmayı amaçlamak…
Dıştaki şer güçlere… İçteki şeytani çevrelere ve daha içteki münafık kahpelere karşı, tek başına başlattığı haysiyet ve hürriyet mücadelesini başarıyla sonuçlandırmak!…
İşte Erbakan böyle seçkin bir şahsiyettir!..
Onunla vuruşanlar kaybedecek, Onunla yarışanlar yenilecekti!… Zira, aslanların, sırtlanlara[12] yenildiği hiç görülmemişti.
Hocamızın sağlığında: “Seni özlüyoruz, ey saadet müjdesi!
Sizin gölgeniz bile masonların gövdelerinden çok ağırdır şüphesiz… Ama yine de hiçbir şeyin tadı tuzu olmuyor Sensiz… Sensiz Meclis monoton ve renksiz… Sensiz siyaset alımsız ve âhenksiz… Sensiz sohbetler ve seminerler zevksiz… Seninle uğraşanlar hem sorumsuz, hem seviyesiz… Velhasıl Sensiz her şey yavan ve sevimsiz…
Çok özletme, hasretle yollarını gözletme, gel artık… Milletin, memleketin başına geç artık… Masonlara inat, medyaya inat, münafıklara inat… Yeniden başlasın seferlere ve zaferlere göç artık…
Gel ki, aslanın istirahate çekildiği ortamda, yaban arıları, kendilerini Sultan Süleyman zannetmesinler!..
Gel ki, baş pehlivanın boş bıraktığı siyaset minderinde boğuşan masoncuklar, kendilerini şampiyon ilan etmesinler!..
Gel ki, mahalle köprüsüne taş taşıyan kalfalar, kendilerini Selimiye Mimarı Koca Sinan görmesinler!..
Sen, barış ve bereket toplumuna ve gönül yolcularına “Pir” gibisin… Sen milyonların başındaki “Bir” gibisin… Sen, gözlendikçe gizlenen “Sır” gibisin…
Senin projelerine başkalarının akılları değil, hayalleri bile yetişemiyor. Senin çözdüğün problemlerin, başkaları denklemini dahi bilemiyor. Senin, Siyonizm’i sindirecek ve tüm insanlığı huzura ve hürriyete erdirecek siyaset ve stratejilerini uygulamaya değil, anlamaya bile başkalarının beyinleri kâfi gelmiyor!..
Niye tüm şeytanlar Sana karşı birleşmiştir?… Niye tüm düşmanlar Sana karşı kenetlenmiştir?.. Niye tüm Firavunlar, Nemrutlar Sana karşı savaş ilan etmiştir?.. İşte bunun için…
Niye tüm mazlumlar Senin yanındadır… Niye mü’min milyonlar Senin safındadır… Niye iz’an ve insaf ehli insanlar Sana hayrandır. İşte bunun için…
Adetullah asla değişmeyecek… Adalet-i İlahi mutlaka yerine gelecektir. İşte buna dayanarak diyoruz ki,
Senin düşmanların yenilecek, dostların sevinecektir.
Nankörlerin ve hainlerin dökülecek, sadıkların seçilecektir.
Zira, yegâne kuvvet ve kudret sahibi, mü’minlere olan sözünü mutlaka yerine getirecektir” dediğimiz için eleştirilmiştik.
Bu sevgi ve samimiyetimizde bizi hayalcilikle ve aşırı gitmekle suçlayanlara bir dörtlükle cevap vermiştik:
Başkaları “boş bakanı” sultan ederler.
Biz Sultanı sevdik, hep ta’n ederler.
Bakla ile büyüyenler, baklava bilmez
“Kuru hamur yedi” diye, bühtân ederler.